AŞK KİTABI
Söz: Ahmet Selçuk İlkan, Müzik: Coşkun Sabah. Coşkun Sabah'ın 1981 yılında yayınlanan aynı adlı albümünün açılışında yer alan bu şarkı, hem daha önce besteci olarak adını duyurmuş olan Coşkun Sabah'ın udi-şarkıcı olarak da popüler olmasına yol açacak, hem de o günlerin en sevilen şarkılarından biri haline gelip, uzun süre dillerden düşmeyecekti.
Coşkun Sabah'ın o albümü, o yıl her yerde çalındı da çalındı. Zaten tavernada piyanist şantörler modası almış başını gidiyordu. "Aşk Kitabı", piyanist şantörlerin repertuvarlarının da banko şarkılarından biri olmuştu.
Coşkun Sabah'ın o albümü, o yıl her yerde çalındı da çalındı. Zaten tavernada piyanist şantörler modası almış başını gidiyordu. "Aşk Kitabı", piyanist şantörlerin repertuvarlarının da banko şarkılarından biri olmuştu.
Şahsen benim de şarkıyı asıl keşfedişim Ümit Besen'in aynı yıl piyasaya çıkan "Islak Mendil" albümü sayesinde olmuştur. O albüm neresinden baksanız olaydı ama Ümit Besen'in "Aşk Kitabı" yorumu da bir başkaydı.
1981 yılında "Aşk Kitabı"nı albümüne alanlardan biri de Gönül Akkor'du. O zamanlar popüler şarkıları farklı farklı seslerden dinlemeye bayılırdı insanlar. Mesela yetmişlerde her popüler olan alaturka şarkıyı, gündemdeki her alaturka şarkıcısı plak yapardı. Aynı şarkının farklı farklı seslerden aynı müzik listesine girmesi şaşırtıcı değildi, hatta sıklıkla rastlanırdı bu duruma.
Seksenlerde aynı şey arabesk şarkılar için geçerli oldu. "Aşk Kitabı"nı bir de kadın sesinden dinlemek isteyenler, Gönül Akkor'un Lider Plak etiketiyle yayınlanan "Allah" 33'lüğünü aldılar.
O yıl şarkıyı seslendiren bir başka kadın şarkıcı ise Bergen'di. Bergen henüz adı hiç duyulmamış bir şarkıcıydı. Bu onun ilk albümüydü. Sevgilisi tarafından suratına kezzap atıldıktan sonra meşhur olacağını ve "Acıların Kadını" olarak tanınacağını henüz kimse bilmiyordu. Bundandır ki "Şikayetim Var" adlı bu kaset, pek de fazla ses getirmemişti.
1982 yılında ise aynı şarkı bu defa Nilüfer'in yeni albümü "Sensiz Olmaz"da çıktı karşımıza. 1979 yılından itibaren plaklarında alaturka ve arabesk şarkılara da yer vermeye başlayan Nilüfer, "Aşk Kitabı"nı hiç poplaştırmadan, handiyse Ümit Besen, Coşkun Sabah çizgisinde bir düzenlemeyle seslendirmişti. Bazı şarkılar, bazı sesleri büyütür; bazı sesler de bazı şarkıları. Bu defa ikincisi olmuştu.
Arada benim kaçırdıklarım da vardır. "Aşk Kitabı" o dönemde kim bilir kaç piyanist şantörün gün aşırı yayınlanan kasetlerinde kaç şekilde karşımıza çıktı, başka kimler söyledi. Ancak şarkının yıllar sonra tekrar karşıma çıkışı 2007'de Semih Koç'un albümüyle oldu.
Henüz "Pop-Star"ların adı bile yokken, bir televizyon yarışması sayesinde meşhur olup albüm yayınlayan Semih Koç'un 2007 yılında piyasaya sürülen üçüncü albümü "Söz Verme"de "Aşk Kitabı"nın yeni bir versiyonu yer alıyordu.
2010 yılındaysa bu defa tamamı "cover" şarkılardan oluşan bir albüm yapan Baha, "Aşk Kitabı"nı kendi tarzıyla yorumlamıştı.
Bugünlerde Nilüfer'in yeni albümü "12 Düet"de, "Aşk Kitabı"nı "rock" versiyonuyla ve Nilüfer - Hayko Cepkin düetiyle dinliyoruz. Albümün piyasaya çıkış üzerinden henüz bir ay bile geçmedi ama şimdiden bu şarkı ön plana çıkmış durumda.
Bu vesileyle haberdar olduğum bütün aşk kitaplarını bir araya getirmek istedim. İnsan hepsini üst üste dinleyince ister istemez "Ne kitapmış yahu!" demeden edemiyor. İster şarkısını dinleyin, ister kitabı okuyun; orası size kalmış!
Zeliha Sunal'ın yıllardır müzik piyasasında ne çok emek verdiği, ter döktüğü herkesçe bilinir. Piyasanın kriterlerine pek uymaz onun tarzı ve tavrı. Evli barklıdır, doğru düzgün bir hayat yaşar, camianın üç günlük ilişkilerinde adı anılmaz, hırsları uğruna insanları basamak olarak kullanlardan değildir ve dahası alavere dalavere bilmez; her yerde, her zaman kendi gibidir.
Seksenli yıllarda İzmir'de başlayan müzik serüveni, Ankara'da devam etmiş Zeliha Sunal'ın. Özellikle Ankara'da bulunduğu dönemde sayısız resmi protokol yemeğinde şarkı söyleyerek epeyce deneyim kazanmış. Kıyısından köşesinden bir dönem bu işlerle uğraşmış biri olarak rahatlıkla şunu diyebilirim ki, bu tip resmi yemekler için seçilen şarkıcılarda aranan en önemli kriter ne söyleyeceğini, ne konuşacağını, nerede nasıl davranacağını iyi bilmeleri olmuştur her zaman. İşin ucunda bilmem hangi ülkenin devlet başkanlarına, üst düzey yöneticilerine mahçup olmak vardır çünkü. İnce eleyip sık dokunur bu yüzden. Zeliha Sunal'ın bu anlamda haklı bir şöhretinin oluşması da boşuna değildi elbette. Bir de üstelik her telden, her dilden şarkı söyleyebiliyordu, kendi orkestrası vardı ve bu tek tabanca haliyle, aranılan bir isim olmayı başarmıştı.
Ankara macerasına 1993 yılında nokta koydu ve müzik piyasasının kalbine, İstanbul'a kelimenin tam anlamıyla göç etti. Neredeyse sıfırdan başladı İstanbul'da. Kendini yeniden kabul ettirmek, hatta ispat etmek zorundaydı; çünkü bu şehirde hiç bir şey alıştığı gibi yürümüyordu.
İlk albümü "Sonbahar Şansonları" 2000 yılında piyasaya sürüldü. Proje bir albümdü, tam olarak onu yansıtmıyordu aslında ama sektörün sahne ayağındaki başarısının, bir albüm sahibi olmasıyla doğrudan ilişkili olduğunun da farkındaydı. Bu yüzden kabul etmişti bu albüm teklifini. Yoksa albümün yansıttığı imajdaki gibi sadece şanson söyleyen buğulu, hüzünlü, bohem bir kadın değildi Zeliha. Tam tersine çok da şen şakrak ve eğlenceli buluyordu sahnede onu izleyenler.
Zaman zaman televizyon programları yapmış, bu da tanınırlığını etkin bir biçimde arttırmıştı gerçi ama onun asıl şöhreti sahne üzerindeydi. Bundandır ki İstanbul' da toparlanıp kendini kabul ettirmesinden sonra, tekrar hızlı bir temponun içine girmişti. Hemen her gece sahnedeydi. Çoğunlukla "extra"lar, dönem dönem de uzun süreli programlarla geçen bu süreçte Zeliha Sunal, kendine her geçen gün daha sağlam bir yer ediniyordu.
Kendisi gibi müzisyen olan eşiyle birlikte hayatlarını geçindirecek kadar para kazanıyorlardı aslında, hiç albüm yapmadan da devam ettirebilirdi kariyerini. Ama onun tek amacı para kazanmak değildi ki hiç bir zaman. Şarkı söylemeyi seviyor, işini aşkla yapıyor ve doğal olarak kendine ait şarkıları da olsun, bilinsin, dinlensin, söylensin istiyordu.
2005 yılında "Erkekleri Tanıyın" ve "Gönlümün Sultanısın" adlı şarkıları yeniden seslendirdiği bir "single" yayınladı.
2006 yılında, içinde çoğunlukla yeni şarkıların bulunduğu "Rafta Kalmasın" albümüyle dinleyici karşısına çıktı. Müzik piyasasının gittikçe kötüye gittiği, satışların neredeyse durma noktasına geldiği ve henüz yasal dijital müziğin yaygınlaşmadığı o günlerde beklediği satışları yakalayamasa da Zeliha Sunal'ın "Müzik piyasasında ben de varım," demesini sağlayacak işlerdi bunlar.
2007 yılında bu defa sahne şovlarında sıklıkla kullandığı eski şarkıları kendince yeniden yorumladığı bir albüm yaptı. Hakan Eren'in proje danışmanlığı yaptığı ve "Antika" adıyla piyasaya sürülen bu albüm, henüz suyu çıkarılmamış nostalji furyasının itici güçlerinden biri olacak ve bir çok şarkıcı ve prodüktöre benzer çalışmalar için ilham verecekti.
Zeliha Sunal'ın zemini çok kaygan müzik piyasasındaki bu çok istikrarlı, doğru, düzgün, yolundan bir an için bile sapmamış duruşu, günün birinde onu Şehrazat'ın kapısına götürecek, seçiciliği ve titizliği dillere destan Şehrazat'ın prodüktörlüğünü üstlendiği Zeliha Sunal albümü "Her Şey Çok Güzel Olacak", 2009 yılında yayınlanacaktı. Şehrazat'ın şahane dokunuşlarıyla bezediği bu albüm, Zeliha Sunal kariyerini bir kaç adım birden ileri götürdü ve beğenilen bir albüm olarak adından söz ettirdi.
Zeliha Sunal'ın son albümü "Aşk Bana Kalır", 2010 yılının Eylül ayında piyasaya sürülmüştü.
Beş şarkılık bir mini-albüm olan "Aşk Bana Kalır" ilk olarak bir Zeki Güner bestesi olan "Kıyamazdın" ile dikkatleri üzerine çekti. Denilebilir ki bugüne dek yayınlanan albümleri içerisinde Zeliha'nın en fazla dile düşen şarkısı "Kıyamazdın" oldu. Son dönemin gözde şarkı yazarı Zeki Güner'in biraz buruk ve hüzünlü ama yine de koyu karanlığa saplanmayan şarkıları Zeliha'nın sesine çok yakışmıştı. Albümü daha ilk dinleyişte doğru tutmuş kimya hissediliyordu.
Albümün ikinci klipi ise geçtiğimiz günlerde televizyonlarda yayınlanmaya başladı. Bir yetmişli yıllar Neşe Karaböcek şarkısı olarak hafızalarda kalmış Rıfat Şallıel bestesi "Sevda Yolu", Zeliha'nın etkileyici yorumuyla, çok da çarpıcı bir kliple dinleyiciye sunuluyor şimdi.
Görünen o ki, çok şahane bir şarkı olmasına rağmen her nasılsa gözden kaçıp bugüne dek kimse tarafından yeniden seslendirilmeyen "Sevda Yolu", Zeliha Sunal'ın "Kıyamazdın"la yakaladığı başarıyı devam ettirecek. 2010'lu yıllar Türk pop müziği adına umut verici gelişmelerle devam ederken, bugüne dek kıymeti yeterince bilinmemiş Zeliha Sunal'ın da nihayet doğru yerde konumlandığı görmek sevindirici. Arkası gelecektir. Buna inanıyorum.
ŞUBAT 2011
ŞUBAT 2011
ÇAKIL TAŞLARINI DENİZE ATAN ADAM
Uzun yıllardır yitirilmiş eski değerlerimiz arasında ilk sıralarda sayılan “mahalle kültürü”, bir süredir geri döndü! Çağın gereğine uygun olarak format değiştirmiş olsa da, iç dinamikleri neredeyse tamamen aynı. Zamana ayak uydurmuş sadece; adı Twitter olmuş!
Bir Bülent Ortaçgil yazısına bu tespitle başlamam ise tamamen kaderin bir oyunu. Ben tam da bu yazının hem öznesi hem de refakatçisi olacak albümü çaldırmaya başlayacaktım ki telefonumda, el alışkanlığıyla Ipod ikonu yerine Twitter ikonuna dokunuverdim ve karanlık ve yağmurlu bir Pazar öğleden sonrasının buram buram can sıkıntısı yüklü “tweet”leri, daha uygulamayı kapatmaya fırsat bulamadan dökülüverdi ekrana.
Son birkaç yılın en medyatik kadın popçusu kendisine saat başı gönderilen sepet sepet çiçeklerin resimlerini koymuş, “Ev çiçek bahçesine döndü, yeter!” “tweet”iyle dost düşman çatlatıyordu. İki “blog” yazarı, muhtemelen iki gün sonra pek samimi olmalarına vesile olacak bir söz dalaşıyla ortalık yerde birbirlerine verip veriştiriyor, birileri televizyonda ne izledi, gördüyse bir “tweet”le duyuruyor, birileri her yediğini, içtiğini, gezdiğini, üstelik resimli olarak takipçileriyle paylaşıyordu. Birileri birilerinin söylediklerini RT (“retweet”) yaparak söyleyenin asla tanımadığı başka birilerine iletiyor, kimi felsefi, kimi muğlak, kimi komik, kimi acılı, kimi saçma, kimi manalı, kopuk kopuk, 140 karakterlik cümlecikler alt alta dökülüyor, dökülüyordu.
Mahallelerde de böyle olmaz mıydı? Evine yeni bir iki eşya, üzerine yeni bir kıyafet alınca gösterenler (“mention”), göstermeyenleri uzaktan uzağa izleyip ne almış, ne giymiş, ne takmış takip edenler (“follower”), kim nereye gitmiş, kim kiminle gitmiş, ne yemiş, ne içmiş ya birinci ağızdan ya da ağızdan ağıza duyuranlar, birinin söylediğini yemeden içmeden bir diğerine aktaranlar (“retweet”), yedikleri içtikleri ayrı gitmezken kim bilir hangi sudan sebeple kavgaya tutuşan, kavgalı ve dahi küsken, ansızın can ciğer kuzu sarması olanlar… Hayatı mahallede yaşayıp, mahalle dışında yaşadıklarını da bir koşu gidip mahalleye anlatma telaşında kalanlar, hayatı mahalle kadar sanan, kendi gerçekliğini mahallenin gerçekliğinde sınayan, mahallede var oldukça hayatta var olduğuna inananlar… Yok muydu?.. Paragrafı başından itibaren “mahalle” kelimesinin yerine “Twitter” koyarak okuyun bakalım, değişen bir şey olacak mı?
Bir dokunuşla kapattığım Twitter, bir dokunuşla açtığım Ipod, dökülen ilk notalar, Ortaçgil’in sesi ve ilk cümleler…“Oturmuşum deniz kıyısına, tam da kayanın karşısına, çakıl taşlarını suya atarım…”
Hadi buyurun, buradan yakın! İlk üç cümle, bütün bir albümü anlattı bile. Deniz kıyısına, kayanın karşısına oturmuş, çakıl taşlarını suya atan adamın şarkılarını dinleyeceğim. “Tut”lardan “çek”lerden, “güvensiz tayfa”lardan, “korktuğu rüzgarlardan” soyunmuş, arınmış, “artık hiç canı yanmayan; çünkü denize açılmayan” kaptanın hikayelerini dinleyeceğim. Bülent Ortaçgil’in “Sen” albümünü dinleyeceğim.
Geçen yazın en güzel gecesini Ortaçgil’in 40’ıncı yıl konserinde yaşamış, bir Açık Hava dolusu şanslıdan biriydim. Sahneden gelip geçen her bir şarkıcı, başka bir Ortaçgil şarkısını dillendirir, seslendirirken, o bir kenarda, kah gitarı, kah sesiyle kendi şarkılarına çocuğunun elini tutan bir baba şefkatiyle eşlik ederken, şarkılar Maçka sırtlarından Boğaz’ın Marmara’ya döküldüğü sulara doğru akar, gökyüzünde yıldızlar yeryüzünü hiç olmadığı kadar aydınlatır ve hatta ısıtırken, hepimiz aynı büyünün tesiri altında, bir ağızdan çalmış, söylemiştik gece boyu. Bir ağızdan söylenmesi onca zor o kadar şarkıyı bu kadar dilimizden, kalbimizden geçirebilen adam, ne olsa büyücü olmalıydı bu çağda, bu zamanda.
O konserde almıştım yeni albüm müjdesini. Bundan bir önceki albümün; “Gece Yalanları”nın müjdesini de bir konserde aldığımı düşünmüş, Ortaçgil’le birlikte yemek yediğimiz, röportaj yaptığımız o şahane ODTÜ gecesini burnumun direği sızlayarak hatırlamıştım. Şimdi 2011 yılı albümü elimdeydi, dinliyordum.
Ortaçgil bu albümde, daha ilk cümlede söylediği gibi, denizin tam kıyısında durmuş. Hemen her şarkının ya içinde ya da içinden deniz geçiyor; olmadı, kokusu duyuluyor. Bunu üstadın Bozburun’a iyiden iyiye yerleşmiş olmasına bağlayanlar varsa da, bana mesele sadece fiziki anlamda denize yakın olmakla açıklanabilirmiş gibi gelmiyor. Kaldı ki başından beri deniz, Ortaçgil şarkılarının temel izleklerinden biridir. Kızını bile “adı denizden gelen kızım” diyerek sevmiş bir adamdır Ortaçgil. Tıpkı bir önceki albümün yalan ekseninde dönen şarkılardan oluşması gibi, bu albümün de bilinçli bir seçimle “Denize Doğru” yürüdüğünü söylemek yanlış olmaz (en azından kartonetten bile belli öyle olduğu.)
Sokakları (hepsi değilse bile, bir kısmı) denize açılan bir şehirde yaşayan ben ve bencileyin nice Ortaçgil müptelasının denizle ilişkisi renginden, kokusundan, manzarasından, olsun olsun midyesinden, balığından pay almaktan ibaretken, Ortaçgil “Çözdüm her şey çok basit, denize doğru üç beş dakika yeter derdimi anlatmaya, zaten çoğu şey değmez çok konuşmaya,” diyerek bakıyor denize. Bizim baka baka en az ikiye böldüğü şehrin kendisi kadar kanıksadığımız deniz, onun için “eskittiği kentin” sokaklarından, “soğuk suratlardan” kaçmak demek. O, kararını çoktan vermiş; biz daha neye karar vermemiz gerektiğinin bile farkında değiliz.
Bir sonraki şarkı ciddi ciddi veriyor aslında ipuçlarını, “İstediğini yap, çok geç olmadan,” diyerek… “Sana bir şey söyleyeyim mi? Doğru yanlış yoktur; başka yönlerden bakan insanlar vardır,” diyerek… Şarkının her cümlesini yazıya dökesim, Twitterlar, sözlükler, Facebooklar, profil durumları filan derken, dört yanımız feylesof cümlelerden geçilmiyorken, sahici bir bilgenin, bir ozanın şarkıladığı şunca hayat bilgisinin cümle cümle altını çizesim var aslına bakarsanız ama maalesef yerim dar. Hemen bir sonraki şarkıya geçiyorum.
Bu albümü bundan önceki Ortaçgil albümlerinden ayıran en büyük fark, albümün tamamına tıpkı bir denizin dalgaları gibi yayılan, gidip gelen, azalan, çoğalan, köpüren kemanlar. Albüm boyunca hemen her şarkının sözleriyle dans ediyor, hatta bazen (“Sen Sorumlusun” da olduğu gibi) bizzat şarkının sözlerine dönüşüveriyor kemanlar. Bu da albümü dinlerken bir denizin kıyısında olduğumuz hissini pekiştiriyor. Nitekim bu şarkıda da Ortaçgil, “ipek yumuşaklığında deniz”e bakarken, “denizde, kıyıda, bütün kumlara” adı yazılmış aşkın izini sürüyor. “Aklın havadaysa ve sen yerdeysen; bir de fark ettiysen, acıtır” diyor sonra tutup. Ortaçgil bu işte; bize bildiğimizi söylüyor ama öyle bir söylüyor ki bildiğimizi bilmediğimize uyanıyoruz. Daha ilk dinleyişimde “Acıtır”a bir cümle de ben eklemek istedim bu yüzden (şarkının melodisiyle lütfen); “Ortaçgil şarkıları sakin sakin, usul usul… Acıtır!”
Sırada “Adalar” var. Şarkının daha girişinde kemanların yürüyüşüyle, kızgın güneşli bir yaz günü, bir teknede, denizi ve poyrazı yara yara ilerlerken tuzlu suyun yüzünüze çarpan serinliğini hissediyor, ufukta görünen adalara bakar buluyorsunuz kendinizi. Sonra Ortaçgil alıyor zaten sözü; “Gittik gittik denize açıldık, rüzgara bindik, taşındık.” Sonra şarkının orta yerinden geçen gitar solunun yarattığı yetmişli yıllar coşkusu, “artık dar gelen odalara” sığamayan ruhun tenakuzlarını dinleyene nota nota hissettiriyor, iyi geliyor.
Albümün yedinci şarkısı “Telefon”, Ortaçgil’in modern zamanların cep telefonu olgusunu ve algısını, didaktik olma pahasına tefe koyduğu bir şarkı. Fikret Kızılok’la ortak işleri dışında genellikle sözünü ince ince söylemeyi seçen Ortaçgil, “İstediğimde bulurum seni, artık özelin yok,” diyerek tavrını baştan koyuyor ve “Bu Şarkılar Adam Olmaz”dan sonraki en doğrudan vuruş yapan şarkısıyla cep telefonlarının hayatlarımıza getirdiği “ulaşılabilirlik” lüksüne/esaretine kafa tutuyor (yine de asla “bu kötüdür” demeden.) Belli ki cep telefonlarından hayli mustarip üstat. Eh, bunu dillendirmek de ancak onda sakil durmuyor madem, albümün deniz kokusu duyulmayan tek şarkısı da kabulümüzdür öyleyse.
“Yaşadık ve öğrendik, her şey başka şekilde, taşırım hala ayrıntıları içimde,” diyen “Ayrıntılar”, ellili yaşlarına ermiş bir adamın kendiyle olduğu kadar dünyayla da ödeşmesinin şarkıya dökülmüş hali. Bir yaşamış ve öğrenmişten daha iyi kim anlatabilir ki yaşanılacağı ve öğrenilmesi gerekeni?..
1974 tarihli ilk albüm “Benimle Oynar mısın?”dan çıkarılmış bir şarkı olan “Niçin”, yıllar sonra ilk kez bu albümde yer alarak bizi hikayenin başına döndürüyor. Dinlediğiniz zaman ve mekan, hal ve şart ne olursa olsun, Ortaçgil şarkılarının içinizde uyandırdığı türlü hissin en baskınını yine Ortaçgil bizden önce, hem de çok çok önce sezip şarkılamış. “Niçin” işte o şarkı. Zira geride bıraktığımız sekiz şarkının uyandırdığı his tam da bu; “Hadi yürüyelim açık havada!” Eğer bu şarkıya kadar hala bunu yapmadıysanız, Ortaçgil’in davetini de kıracak değilsiniz ya!
Ve şahane bir finalle albüm nihayete eriyor. Sadece parmak şıklatmaları eşliğinde “Sen - Ben” diyor Ortaçgil bu defa. Bu kısacık ve tadına doyulmaz şarkının sonunda da, tıpkı sahnede, konserlerinin sonunda yaptığı gibi sadece “Hoşça kalın,” diyor, gevrek gevrek gülüyor ve gitarını da alıp gidiyor. Neyse ki Ipod tekrar “mode”unda. İkinci bir dokunuşa gerek kalmadan başa dönüyor albüm; “Oturmuşum deniz kıyısına, tam da kayanın karşısına, çakıl taşlarını suya atarım…”
Baş kemancısı Türk olan Hollanda menşeli yaylı grubunun, Ortaçgil’in uzun süredir yol arkadaşları olan Baki Duyarlar, Birol ve Gürol Ağırbaş, Cem Aksel ve Birsen Tezer’in, kartonet için olağanüstü deniz resimleri çeken Aykut Uslutekin’in albüme katkıları büyük. Ortaya çıkan şeyse uzun uzun dinlebilecek, kolay kolay elden, dilden, yürekten düşmeyecek şarkılarla dolu bir Ortaçgil klasiği. Şapkamı çıkarıyor, önünde saygıyla eğiliyorum.
OCAK 2011
Hakkımda
Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.
Bu Hafta Çok Okunanlar
-
(Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.) 1997 yılında bir vesileyle Pre...
-
HEM HARBİ, HEM BARBIE (Milliyet Sanat dergisi Mart 2014 sayısında yayımlanmıştır.) “Harbi kız mı, Barbie kız mı?” diye bir argo söylem pe...
-
(1984'ten Bugüne) Sezen Aksu'nun yeni albümünün piyasaya çıktığı bugünlerde, Türk popunun efsane albümlerinden "Sen Ağlama&q...
-
"ALO? HER GECE GEZENLERLE Mİ GÖRÜŞÜYORUM?" “Herkesi zalim kendini alim hissetmen bile normal.” Şarkı bu cümleyle başladığı için...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
Arşivden
-
Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
-
ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
-
"Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
MUSTAFA BOZKURT – “YOL” Esinlenme, etkilenme, ilham alma, sanatın her dalında bir çıkış noktası olabilir. Önünde bir örneği, daha önce yap...