"Çok fazla göz önünde olursak o zaman başka sorunlarla karşılaşacağız. Mesela bugün buraya metroyla geldik. Öyle olsa gelemeyiz."
"Bizim için olabildiğince çok çalmak ve insanlara olabildiğince fazla müzik götürmek esas."
"Bir ara insanlar mesleğimizin dizi müziği yapmak olduğunu sanmaya başlamışlardı. Dizi ekibiyle birlikte sete gidip, onlarla yatıp onlarla kalktığımızı düşünenler vardı."
"Bazen soruyorlar, 'Bu adamlar ne yapıyorlar da koskoca Akın Eldes bunlarla birlikte çalıyor?' Sebebi belli."
"Biz müziği çok seven insanlarız ve bunu ticaret olarak yapmak ağrımıza gidiyor. Müzik bizim hobimiz aslında. Bundan para kazanıyor olmamız bu durumun değişmesini gerektirmez."
Başka türlü bir grup Pinhâni. Yeni albümleri “Kediköy”, geçtiğimiz günlerde DMC etiketiyle yayımlandı. Bu vesileyle Pinhâni’den Sinan Kaynakçı, Selim Aydın ve Hami Ünlü ile bir araya geldik.
Uzun süredir bu kadar iyi bir gösteri izlememiştim, ne yalan söyleyeyim. İçim aydınlandı, ferahladım. Kendimi bir süreliğini de olsa içinde geçtiğimiz karışık ve karanlık günlerden, kaostan, kardan kıştan, soğuktan soyutladım, müziğin, dansın, ışığın, sesin büyüsüne kaptırdım. Bana çok iyi geldi. Hele ki amatörlüğün artık neredeyse bir paye, bir övünç payı, iş alma kriteri haline geldiği ve bunun adına da “samimiyet” dendiği bu dönemde, her bakımdan profesyonel bir iş izlemek üzerimdeki karamsarlığı biraz olsun atmama sebep oldu. Tazelendim.
4. SİHİRLİ MİKROFON RADYO ÖDÜLLERİ ÖDÜL TÖRENİ (11 ŞUBAT 2016)
Tatsız, tuzsuz, eğlencesiz, ruhsuz, duygusuz, inceliksiz çünkü kültürsüz ve sanatsız yarınlara koşar adım gidiyoruz. İçimiz boşalıyor, kuruyoruz. Kurutuluyoruz daha doğrusu. Çoraklaştırma, susuzlaştırma, duyarsızlaştırma ve hatta beyinsizleştirme harekâtı televizyonlar, radyolar, gazeteler, dergilerle yani insanlık tarihinin en etkili silahlarıyla tam gaz devam ediyor. Kavruk sesi, bozuk diksiyonuyla kötü şiirler okuyan adamları, ağzında sakız varmış gibi konuşurken dünyanın en geri zekâlı cümlelerini bile ancak kafa göz yararak kurabilen aciz kızları alkışlıyoruz. Sözü noksan, müziği noksan şarkıları seviyor, sesi noksan şarkıcıları besleyip büyütüyoruz. Geçmişi inkâr ediyoruz topyekun, yok sayıyoruz. Kendimizden başlatıyoruz tarihi, kendimize yontuyoruz adaleti ve sonra kendi yalanımıza kendimiz inanıyoruz.
(Milliyet Sanat dergisi Ocak 2016 sayısında yayımlanmıştır.)
“Bir Çapkın Dilenci” takma adlı Ekşi Sözlük yazarı, “sesi sigara kokan adam” diye tanımlamış Mehmet Erdem’i. Sigarayla, sigara kokusuyla başınızın hoş olup olmamasına bağlı olarak bunu iyiye de yorabilirsiniz, kötüye de. Nitekim Mehmet Erdem’in sesini seven de var sevmeyen de. Son üç yıldır ülkenin canlı müzik yapılan mekânlarında en çok rağbet gören isimlerinden biri olduğu düşünülürse, seveni daha çok gibi. Bu zamanda bir pop şarkıcısının geniş kitlelerce sevilmek için iyi sesten daha fazlasına sahip olması gerektiği ise bir sır değil. “Duruş” denilen şey mesela… Pek beylik, hatta komik ve bir o kadar da muğlak bir kelime belki ama nice popüler figürü rezil eden de vezir eden de, yaptığı işin kıymetini azaltan ya da arttıran da çoğu zaman duruşu oluyor; bu da bir gerçek.
Popüler figürleri kimi zaman bize hiç benzemediği, kimi zamansa bize çok benzediği için severiz. Mehmet Erdem ikinci gruba girenlerden. Sokakta yanımızdan gelip geçen herhangi bir kara kuru adamdan, her ailede mutlaka en az bir tane bulunan o sessiz sakin ağabeyden, kardeşten, dayıdan ya da kafa dengi bir arkadaştan, “kanka”dan “kaardişim”den farksız. Sahnede, ekranda boy gösterirken de böyle bu, stüdyoda şarkı söylerken de. Geçen yıl yaptığımız röportajdan biliyorum, oturup sohbet ettiğinizde de böyle. Yani aslında sesinin çapağı yüzünden çokça benzetilen Leonard Cohen - Tom Waits bohemliği değil söz konusu olan. Ya da fiziğinin ilk anda çağrıştırdığı türden bir karanlık, içine kapanık ve sırlı adam da değil. Hal böyle olunca, bunca sevilmesini de yine pek beylik, hatta komik ve bir o kadar da muğlak bir kelime açıklayabilir ne çare: “samimiyet”.
İLERİ GÖRÜŞLÜ KÜLT ŞARKI
Solistlik performansını bir kenara koyarsak, yaptığı müziği hafife almak hiç de âdil olmaz. İlk albümünden itibaren kendine bir tarz yarattığı âşikar. Bunda birlikte çalıştığı müzisyenlerin, özellikle de müziğinin arkasındaki itici güç olan aranjör ve müzik adamı Alper Atakan’ın payı büyük. Zaten Mehmet Erdem de bir enstrümanist, bir müzisyen. Hepsinin toplamından ortaya çıkan Mehmet Erdem müziğinin iki ana damarı var: Türk popunun ‘70’ler ve sonrasından seçilmiş şarkılar (yani “cover”lar) ve Mehmet Erdem ve/veya Cihan Güçlü’nün elinden çıkmış yeni şarkılar. Mehmet Erdem’in 2015’in son günlerinde Sony Müzik etiketiyle piyasaya çıkan üçüncü albümü “Hepsi Benim Yüzünden” de aynı formülle kotarılmış. Albümdeki 12 şarkının yine yarısı eski, yarısı yeni.
Eskiler tarafında bir Barış Manço, bir Mehmet Güreli, bir Ferdi Tayfur, bir Orhan Gencebay, bir Sezen Aksu ve bir de Mersinli İsmail şarkısı var. Barış Manço’nun kocaman bir hayat dersini boca ettiği ve adeta bugünleri parmağıyla gösterdiği ileri görüşlü kült şarkısı “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa” çok ama çok Manço işi bir şarkı olarak “cover” havuzunda çok sık oltaya takılmamışlardandı. Ta ki 2004’te Kurban’ın “Sert” albümünde seslendirilene kadar ki o düzenleme de albümün adı gibi pek “sert”ti. 2011’de Kurtalan Ekspres’in “Göğe Selam” albümünde Manço’nun kırk yıllık yol arkadaşları şarkıyı yeniden seslendirirken, orijinalinin kötü bir röprodüksiyonunu koymuşlardı önümüze. Şarkının bu versiyonu ise gerek yeni düzenlemesi, gerekse sesini alışageldiğimizden farklı bir biçimde kullanan Mehmet Erdem’in yorumuyla hiç de fena değil.
Mehmet Güreli’nin hem albümlerde hem konserlerde, akustik kayıtlarda çok sayıda isim tarafından çok kez yeniden seslendirilmiş “Kimse Bilmez”i, bundan da öte ortalama bir Türk televizyon dizisi izleyicisinin şu olmazsa bu dizide muhakkak en az bir kere denk geldiği, nedense dizi yapımcılarının vazgeçemediği bir şarkıdır malumunuz. Bu, tabiatı icabı pek sakin şarkı Mehmet Erdem’e de pek yakışmış haliyle. Sezen Aksu’nun “cover” yapılmadık hiçbir şarkısı kalmayan “Gülümse” albümünden “Seni Kimler Aldı?” da hakeza öyle.
Bir Ferdi Tayfur şarkısı olan “Dur Dinle Sevgilim” ise albümün beklenmedik şarkı seçimlerinden biri. Şarkının albüme alınması kararında Ferdi Tayfur’un orijinal versiyonundan ziyade Gülden Karaböcek versiyonu etkili olmuş. Yapıldığı döneme göre çok “avant-garde” bir düzenlemesini olan o versiyon, koyu bir arabesk şarkının nasıl popa dönüştürülebileceğinin de öncü örneklerinden biri. Mehmet Erdem versiyonu ise tüm Alper Atakan düzenlemeleri gibi, caza göz kırpıyor.
Orhan Gencebay’ın erken dönem bestelerinden biri olan ve yıllardır adeta anonim bir türkü gibi çalınıp söylenen “Hey Gidi Koca Dünya”sı ve Mersinli İsmail’in daha önce Pinhani tarafından da seslendirilen “Bir Elmanın Yarısı” türküsü, albümün eğlenceli ve hareketli şarkılar kontenjanını dolduruyor.
Söz ve müziği Cihan Güçlü’ye ait olan ve Güçlü’nün 2010 yılında yayınlanan ilk albümünde de seslendirdiği “Olur O Zaman”, bu albümün çıkış şarkısı olmuş. Cihan Güçlü’nün aynı albümün bir başka şarkısı olan “Acıyı Sevmek Olur mu?” da bir önceki Mehmet Erdem albümünün çıkış şarkısıydı. Buradan hareketle Cihan Güçlü şarkılarının Mehmet Erdem’e Cihan Güçlü’den bile fazla yakıştığı söylenebilir mi bilmiyorum. Ancak Güçlü- Erdem işbirliğinin doğru bir kimya yakaladığı ortada. Nitekim yine söz ve müziği Cihan Güçlü’ye ait, ancak bu defa sıfır kilometre bir şarkı olan “Hepsi Benim Yüzümden”, albümün en iyi şarkılarından biri olarak ilk dinleyişte öne çıkıyor. Albümdeki bir diğer Cihan Güçlü şarkısını, “Benim Kadar”ı ise Mehmet Erdem, Cihan Güçlü ile beraber seslendiriyor. Bir de sözleri Cihan Güçlü’ye, bestesi Mehmet Erdem’e ait “Gün Gece Oldu” adlı şarkı var ki, o da albümün sıfır kilometre şarkılarından bir diğeri.
BONUS NEJAT İŞLER
Albümün bütünü içerisinde farklı bir yerde duran “Gidesim Var”ın sözleri Mehmet Erdem’e, bestesi Mehmet Erdem ve Raim Paksoy’a ait. Asi bir şarkı “Gidesim Var”. Hatta bir nebze “rap” havası taşıyor. Bu şarkıda Nejat İşler’in Mehmet Erdem’e eşlik ediyor olması da albümün sürprizlerinden biri. Hayır, oyunculuğun yanı sıra müziğe de gönül verdiği bilinen, yakın zamanda yayınlanan son Teoman albümünde bir de şarkısı bulunan Nejat İşler’in şarkı söylemesi sürpriz değil belki ama bu albümde ve böylesi bir şarkıda karşımıza çıkması adeta bir “bonus”.
Söz ve müziği Mehmet Erdem’e ait “Hoş mu Sandın?” ise tıpkı bir önceki albümde yer alan “Sen Kimsin?” adlı şarkı gibi, Mehmet Erdem’in Barış Manço müziğinden ne derece etkilendiğini gösteren bir şarkı.
Bakmayın siz albüm kapağındaki poz kesen, yüzü Photoshop beyazına kesmiş genç adama; Mehmet Erdem yine bildiğimiz Mehmet Erdem. Sesine biraz daha hâkim, biraz daha temiz şarkı söylüyor; bu albümün önceki albümlerden bir farkı varsa o da bu detay olabilir. Onun dışında şayet Mehmet Erdem müziğini seviyorsanız, bu albümü dinlerken de gönül rahatlığıyla sevmeye devam edebilirsiniz.
Son yıllarda plak satışları tüm dünyayla beraber Türkiye’de de yükselen bir ivme gösteriyor. Nasıl ki film seyretmenin en güzel yolu sinemaya gitmek, okumanın en güzel yolu bir kitabı eline almaksa, müzik dinlemenin en güzel yolunun da plaktan dinlemek olduğu gerçeği, değişen teknolojilere rağmen plakların tekrar hayatımıza girmesini sağlamış görünüyor. Analog ses kalitesi bir yana, fetiş bir obje olması, koleksiyon değeri ve ritüelleriyle plak başlı başına bir kültür.
Türkiye’de eski plakların zaten yıllardır var olan pazarına son yıllarda yeni baskı plaklar da eklendi. Yerli yabancı birçok plak satışa sunuldu, müzik marketler plaklar için reyonlar, raflar ayırmaya başladı. Ne yazık ki yerli baskıların büyük bir kısmı özensizdi. Kimi firma katalogundaki eski plakları yeniden basar, kimisi ise daha önce CD formatında yayımladığı albümleri plağa aktarırken kapağından kayıt kalitesine dek bir plakseverin plak sevme ve tercih etme nedenlerini genellikle göz ardı etti. Ben yine de kendi adıma sözgelimi bir “Ajda ‘90” albümünü plak formatında edinmekten her şeye rağmen mutluluk duydum. “Keşke daha özenli bir baskı yapılsaydı,” demekten geri kalmadan tabii.
Neyse ki o hayal ettiğimiz özenli baskıları yapabilen bir firma var artık. Rainbow45 Records Türkiye’de ikinci plak devrinin en temiz, en kıymetli işlerine imza atıyor ardı ardına.
Rainbow45 Records’ın 2009 yılında internet üzerinden plak satışıyla başlayan macerası, önce Kadıköy’de açılan aynı adlı plak dükkânıyla, ardından da plak yapımcılığı ile devam etmiş. İlk olarak 2013 yılında Nemrud’un “Ritual” albümünü plak formatında yayımlayan firma, 2014’de yine Nemrud’un “Journey Of The Shaman” ve Ringo Jets’in kendi adını taşıyan albümünü plak olarak bastı.
2015’de ise plakseverleri bayram ettirecek albümler ardı ardına geldi. Babazula’nun “34 Oto Sanayi” albümünden sonra, Türkçe müziğin gelmiş geçmiş en iyi ve en önemli albümlerinden biri olan Bülent Ortaçgil’in ilk albümü “Benimle Oynar mısın?” , tam 41 yıl sonra yeniden plak olarak Rainbow45 Records etiketiyle yayımlandı.
Elden geçirilmiş kaydı, yüksek ses kalitesi, açılır kapağı ve 180 gr baskısı ile kusursuz bu tıpkıbasım neresinden baksanız çok heyecan vericiydi. Meğer bu daha başlangıçmış. Daha önce sadece CD ve kaset formatlarında yayımlanmış Yavuz Çetin’in “İlk” albümü, Pinhani’nin “İnandığın Masallar” adlı ilk albümü ve yine Ortaçgil’in “Oyuna Devam”ı, benzer şekilde özenli baskılarla piyasaya sürüldü.
İstanbul Calling serisinin üçüncü albümü ile devam eden Rainbow45 Records atağının son hamlesi ise Rebel Moves’un “All The Best” albümü oldu ki bu son albüm, daha önce yayımlanmamış ve ilk kez plak formatında yayımlanan bir albüm olarak ayrıca arşiv değeri taşıyor.
Bu plakların bu derece özenli piyasaya sürülmesinin ardında, müzik sektörü içerisinde müzisyenlik, menajerlik ve yapımcılık gibi her farklı cepheyi iyi bilen Afşin Akın’ın ve Rainbow45 Records’ın işletme ortağı Salih Karagöz’ün titizliği ve detaycılığı saklı şüphesiz.
Analog kaydedilmemiş bir albümü plak olarak basmanın bir esprisi olmadığını söyleyenler var. Ben aynı fikirde değilim. Plak sevmek sadece ses kalitesini sevmekten ibaret değildir çünkü. Zamana yenik düşmüş, çok çalınmaktan yıpranmış dahası zamanında yeterince kaliteli bir baskı yapılmadığı için ses kalitesi hiçbir zaman iyi olmamış bir dolu plak var evimde. Onlara da en az ses kalitesi iyi olanlar kadar kıymet veriyorum. Bir CD “deck”in içerisinde görünmeden çalan, küçücük kartonetleri ve plastik kapaklarıyla içindeki müziğin değerini eksilten CD’leri ise hiçbir zaman sevmedim. Plaklar gibi çizilmediklerine, kırılmadıklarına, hiç eskimediklerine, ses kalitelerinin kayıpsız olduğuna dair söylenenlerin koca bir yalan olduğunu da kısa sürede anlamıştık zaten.
Rainbow45 Records’ın müzik piyasasında fiziki satışların durma noktasına geldiği, müziğin bırakın dijital platformları filan bir yana, neredeyse sadece Youtube’dan dinlenir hale geldiği bir dönemde son derece büyük bir cesaretle, elini taşın altına koyarak yaptıklarını hiç hafife almayın. Dilerim bu plaklar, plak basmaya heveslenen ana akım müzik firmaları için de örnek olur. Yeri gelmişken, Avrupa Müzik’in Göksel, Teoman serileri, Sony Müzik’in Sıla, Mehmet Erdem plakları da hiç fena değil ama aynı firmaların ellerindeki geniş katalogdan eskiye dair bir şeyleri de plağa dökmelerini bekliyoruz.
Son olarak şunu da söyleyeyim ki yeni nesil plakların en büyük dezavantajı fiyatları. Bir yerli plak, bir dijital albümün hemen hemen 5-6 katı, bir CD’nin ise 3 katı fiyatına satılıyor çünkü. Yabancı plaklarda ise bu rakamlar bazen ikiyle çarpılabiliyor. Bunun başlıca sebebi, üretim maliyetlerinin yüksek olması ve Türkiye’de plak fabrikasının bulunmaması, plakların yurt dışında basılması. CD’ler ilk çıktığında da benzer bir durum vardı ama zamanla maliyetler makul fiyatlara indi. Umarım plaklar için de böyle olur.
(6 Ocak 2016 tarihinde Hayat Müzik'te yayımlanmıştır.)
Türkan Şoray’ın albüm çıkarma hikâyesi, yılan hikâyesinden hallicedir. Ben diyeyim 20, siz deyin bir 30 yılı var. Son beş yılda iyice ateşin altı harlanmış, hatta Atilla Özdemiroğlu ile stüdyo çalışmaları bile başlamıştı. Sonra ne olduysa oldu, Şoray yoluna Metin Özülkü ile devam etti. Albüm kaydedilip bittikten sonra da uzunca bir süre piyasaya sürülmedi. Neyse ki 2015’in son günlerinde o şehir efsanesi gerçeğe dönüştü ve “Türkan Şoray Söylüyor” raflara çıktı.
Türkan Şoray’ın bu ilk albümü DMC etiketiyle yayımlandı. Albümde Şoray, Yeşilçam filmlerinde söyler gibi yaptığı şarkıları bu kez gerçekten söylüyor. Sekiz şarkı ve iki de “remix” versiyondan oluşan bir albüm bu.
Hiç unutmam, Radyo ODTÜ’de “Ah! Mazi…”ye başladığım ilk yıl, Yeşilçam yıldızlarının kendi sesleriyle söyledikleri şarkılardan oluşan özel bir program yapacaktım. Çoğu bir tane de olsa plak yapmış, kimisi filmlerde kendi sesiyle söylemiş. Aşağı yukarı hepsini topladım. Bir tek Türkan Şoray eksik ve biliyorum ki Gramofon Avrat filminde kısacık da olsa kendi sesiyle bir şarkı (“Gezdiğim Dikenli Aşk Yollarında”yı) söylüyor. Tabii o zaman ne Youtube’da böyle her aradığın var, ne de Türk filmleri DVD-VCD formatında kolayca bulunuyor. Ara tara, en son İstanbul’da bir sahafta filmin video kasetini buldum. Sipariş verdim, o 1 dakikalık kayıt için birkaç hafta bekledim ve nihayet programı Türkan Şoray’ın şarkısını da kullanarak yapabildim. Öyle kıymetliydi bir şeydi yani Sultan’ı kendi sesinden şarkı söylerken duymak/duyurmak.
E şimdi elimde koca bir albüm dolusu Türan Şoray şarkısı varken ne gam iyiymiş ya da kötüymüş. Ben dinlerim arkadaş. Hatta dinlemeden de sevmiş olabilirim. Türkan Şoray’ın filmlerde kendi sesiyle konuşması da çok sonradır gerçi ama mesela Türkan Şoray’ın sesi “Bir Beyoğlu Düşü”dür benim için. Mine’nin kıstırılmışlığı, Ada’daki Eser’in, Ölü Bir Deniz’deki Yüksel’in derin hüznü ve yalnızlığıdır. Nihavend Mucize’deki Suzan’ın cilvesidir ya da İkinci Bahar’daki Hanım’ın dirayeti…
Şöyle bir dikkatlice izleyin Yeşilçam filmlerinin gazino sahnelerinde Türkan Şoray’ı, artık Belkıs Özener mi, Semiramis Pekkan mı, Nesrin Sipahi mi, kimin sesiyle söylüyor gibi yapıyorsa… Öyle bir durur, öyle bir bakar, öyle bir dans eder ki, eşsizdir. Hani sosyofobisi olduğunu, bu halinin ve tavrının sadece kamera karşısında böyle olduğunu bilmiyor olsak ve hani o gerçekten şarkı söylüyor ve sahneye çıkıyor olsa o dönemde, benim diyen assolist duramazmış karşısında. O endam, o eda, o işve sahiden benzersiz ve büyüleyiciymiş. Ama olmamış. Şoray ısrarla gelen teklifleri hep geri çevirmiş, belli ki o illüzyonu bozmak istememiş. Haksız da sayılmazmış. Bile bile inanmak istemiyor muyuz hâlâ o şarkıları onun söylediğine?
İşte şimdi gerçekten söylüyor. Evet, güçlü bir sesi yok. Evet, bir şarkıcı gibi şarkı söylemiyor. Ama zaten onun da böyle bir iddiası yok. O, bunu bir anı albümü, hayranlarına bir armağan olsun niyetiyle yapmış. İyi ki de yapmış.
Gelgelelim tam da bu nedenle, yani bir anı albümü, bir armağan olması nedeniyle birkaç fersah daha özenli bir albüm olmasını beklerdim ben kendi adıma. Başta kartonet tasarımı olmak üzere. Görsel Dizayn Ofset’in baskısı kötü, kesim yerleri çapaklı. Kartonetin grafik tasarımı ve kullanılan fotoğraflar da ona keza. Oysa hakkında birden fazla kitap yayımlanmış, nefis bir fotoğraf arşivi olan bir oyuncu Türkan Şoray. Gönül isterdi ki şöyle güzel bir kitapçık olsun, içinde şahane resimler olsun, hatta imzalı bir poster olsun, Şoray’ın bir kısa biyografisi, onun hakkında yazılar olsun. Misal, Atilla Dorsay’ın kitabında Şoray’ın bütün filmlerinde söylediği şarkılar ve asıl seslendirenleri tek tek yazar. Böyle bir bilgi bu albümün kitapçığında yer alsa ne güzel olurdu. Ama hayır, piyasadaki sıradan bir albümden farksız, özensiz bir kartoneti var albümün ne yazık.
Aynı durum albümün içeriği için de söz konusu. Evet, çok zor seçildi bu şarkılar ve kim bilir hangi şarkılara niyet edildi, hangilerinden vazgeçildi. Şoray’ın sevdiği şarkıları tercih ettiğini de biliyoruz ama keşke sevdiği şarkılar arasından sesine en uygun olanlar seçilseymiş. Ben olsam “Dertler Benim Olsun”u doğrudan elerdim. Ya da “Tek Başına”yı. Evet, bu saydıklarım da dâhil her bir şarkıda oyunculuğun avantajıyla yerine göre hüznü, kederi, acıyı, yerine göre neşeyi, sevinci, aşkı, o kırılgan ve naif sesiyle bütün bütüne hissettirerek şarkıcılığının eksiğini kapatıyor belki Şoray ama koro halinde vokal desteği yer yer can sıkıcı hale geliyor dinlerken. Hele ki Metin ve Eda Özülkü tınılarının çok belirgin duyulduğu yerlerde. Oysa doğru şarkı seçimleri ile buna gerek kalmayabilirdi.
Buradan bakınca, albümde “Kıskanırım Seni Ben”, “Damarımda Kanımsın” ve “Olmaz Olmaz Bu İş Olamaz”, en iyiler olarak öne çıkıyor.
Bir başka sorun da düzenlemeler. Keşke bu şarkıları o filmlerde duyduğumuz sadelikte düzenlemelerle dinleseydik. “Remix” ne içindir mesela? Kulüpler mi çalacak bu şarkıları, radyolar mı? Türkan Şoray’ın şarkılarını radyolarda, kulüplerde çaldırmaya ihtiyacı var mıdır? Varsa da bu, albümün yapılış amacına ters değil mi?
Ben olsam düzenlemeleri o yılların tadında yapar, hatta o filmlerdeki görüntülerin üzerine oturacak şekilde düzenlenmiş bir tanesini de film-klip haline getirir, böylece bir haber değeri yaratırdım. “Yıllar sonra aynı görüntü, bu defa kendi sesiyle…” Bu çok heyecan verici olabilirdi. Ama bu düzenlemelerle o görüntüler arasında bir dönem değil, neredeyse bir çağ farkı var ne çare.
Yine de konu Türkan Şoray olunca, bütün kusurlar sineye çekilebilir. Yani en azından benim için öyle. Çünkü Türkan Şoray kıymetlidir. Pamuklara sarılası, el üstünde tutulasıdır. Ben bu albümü ondan bir armağan, bir anı olarak aldım kabul ettim. Siz de öyle yapın.
(22 Aralık 2015 tarihinde Hayat Müzik'te yayımlanmıştır.)
“İşte bu yüzyılın en büyük buluşması,” cümlesiyle başlıyor şarkı. Zaten aylardır buna benzer cümlelerle lanse ediliyordu “İki Deli”. Hande Yener ve Serdar Ortaç ilk kez bir araya geliyordu. Ama belki de bir araya gelmemelilerdi. Yani şarkı öyle diyordu en azından.
Ne yalan söyleyeyim bu şarkıyı çok bekledik. “Kış Kış” fiyaskosunun ardından Hande Yener’in zevahiri kurtarmak için acilen bir şey yapması gerekiyordu ki o da bu düeti yaptı ve yaptığını da ilan etti ama şarkı yazdan bu yana duyurulmasına rağmen anca karşımıza çıktı.
Ne çare, söz, müzik ve düzenlemesi Mert Ekren’e ait “İki Deli”, neresinden baksanız tipik bir Serdar Ortaç şarkısı ve Hande Yener’le, onun bugüne dek yaptığı müzikle, onun ses rengi ve şarkıcılığı ile en ufak bir ilgisi bile yok. Böyle bir şey bir avantaja da dönüşebilirdi pekala ama dönüşmemiş. Çünkü bu şarkı Serdar Ortaç’ın bile yapmaktan vazgeçtiği türden, ‘90’lar Serdar Ortaç şarkılarının izinden gidiyor. Belki o yıllarda, “Asrın Hatası”, “Aradın mı?”, “Gecelerin Adamı” gibi Ortaç şarkılarının kıyametler kopardığı dönemde yapılmış olsa idi, onların yanında yerini alabilirdi ama bugün değil.
Basit bir melodi, marş yürüyüşü, slogan sözler filan tamam. Onlar her hal ve şartta iş yapar. Kulüplerde, radyolarda çalar, ezberlere kolay düşer. Ama bir zaman sonra bu şarkı hâlâ hatırlanıyor olursa, kesinlikle Serdar Ortaç şarkısı olarak hatırlanır, Hande Yener değil. Yani Hande Yener Feat. Serdar Ortaç değil, Serdar Ortaç Feat. Hande Yener daha doğru olurmuş. Haliyle Hande Yener’in bu işten kazancı tam da şu atalar deyişi ile açıklanabilir: “Ne tuttun? Kuş. Ne yedin? Hiç!”
(22 Aralık 2015 tarihinde Hayat Müzik'te yayımlanmıştır.)
Azerbaycan’da zaten bir “star” iken Türkiye’de işe neredeyse sıfırdan başlayan Röya, prodüksiyonu Türkiye’de yapılmış “Gönder” ve “Gemiciler” adlı iki teklisi ile adından söz ettirdi geçtiğimiz yıllarda. “Gemiciler” 2013’de yayımlanmıştı, sonra Röya cephesinden uzunca bir süre ses çıkmadı ve nihayet geçtiğimiz günlerde yeni tekli “Kesin Bilgi”, Ozinga Production etiketiyle raflarda yerini aldı.
Ozinga, yani Ozan Çolakoğlu’nun prodüktörlüğünü yaptığı teklideki şarkının söz ve müziği de doğal olarak Gülşen’e ait. Zaten şarkının her kelimesi, her notası da Gülşen’in elinden çıktığını hissettiriyor. Neyse ki Röya, şarkı söyleme biçimi ve ses rengi ile Gülşen’i anımsatmıyor (geri vokalde Gülşen’in sesi kendini fark ettiriyor olsa bile.) Farklı ses renginin de avantajıyla şarkıyı bir Gülşen şarkısı olmaktan çıkaran Röya’nın Türkiye Türkçesini kullanmadaki başarısı da bu şarkıyla bir kez daha görülüyor.
Gezi direnişi günlerinin en çok kullanılan kalıplarından biri olan “kesin bilgi yayılsın”ı bir pop şarkısının içinde bu şekilde duymak sizi kızdırır mı gülümsetir mi; nereden baktığınıza bağlı olarak değişir. Ama pop tam da böyle bir şey değil midir zaten? Etrafta olan biten, söylenen, konuşulan, yaşanan ne varsa alır, kullanır, hatta suyunu bile çıkarır. Beni rahatsız etmedi bu yüzden; hatta zekice buldum.
Teklide şarkının “Akustik” ve “Remix” versiyonları da yer alıyor. “Akustik” versiyonun düzenlemesi Emre Bayar tarafından, “Remix” versiyon ise Kaan Gökman tarafından yapılmış. Her iki aranjör de şarkıyı başka türlü bir hale getirme konusunda üzerlerine düşeni yapmışlar ki “farklı versiyon” tabiri çok sıklıkla olmadığı üzere bu teklide karşılığını buluyor.
(22 Aralık 2015 tarihinde Hayat Müzik'te yayımlanmıştır.)
Cansu, teklilerle ilerliyor ama her defasında kendini tekrar etmeden, bir önce yaptığı işin üzerine bir şeyler koyarak emin adımlarla ilerliyor. Geride bırakmaya hazırlandığımız yılın ilk aylarında piyasaya sürülen “Ne Değişti ki?”den sonra bir süre önce de bu defa “Kalbim Kefil” adlı yeni şarkısıyla çıktı karşımıza. Dokuz Sekiz Müzik etiketiyle yayımlanan şarkının söz ve müziği Cansu’ya, düzenlemesi Fettah Can’a ait.
Başından beri hem yazdığı şarkılar, hem de tertemiz şarkıcılık tekniği ile dikkat çeken Cansu, giderek sesinin rengini ve sınırlarını daha fazla keşfediyor olmalı ki, fark edilir bir karakteristiği oluşmaya başladı. “Kalbim Kefil” bu anlamda hem şarkı yazarı hem de şarkıcı olarak Cansu’yu parlatan bir şarkı. Nihat Odabaşı imzalı klip de, hep görseli kuvvetli klipler çekmeye çabalayan Cansu’yu bu defa daha da fark edilebilir kılacak bir görselliğe sahip.
Bu fark yaratabilme meselesine çok takılıyorum zira pop şarkıları ve şarkıcıları için sıklıkla dile getirilen “hepsi birbirinin aynı” klişesine yer yer hak veriyorum; özellikle de son dönemde. Bu nedenle “Kalbim Kefil” çok alışageldiğimiz kalıplar üzerinden yürüyen bir şarkı olsa da, Cansu’nun bütünde bir fark yaratabilmiş olmasını önemli buluyorum.
Bu arada popüler şarkılarda zaten giderek daha az müzik duyuyor iken, radyoların dayatmasıyla bir alışkanlık haline getirilen “intro”suz şarkı modasına bir aranjör olarak Fettah Can’ın da kapılmış olmasını (hem kendi şarkısında, hem de bu şarkıda görüldüğü üzere) yadırgadığımı söylemem lazım. Fettan Can öncelikle bir besteci çünkü ve “intro” melodisi yazmaktan illa ki aciz değildir.
(22 Aralık 2015 tarihinde Hayat Müzik'te yayımlanmıştır.)
Yaz aylarına “Delirme” teklisi ile geçiren Fettah Can, 2015’i “Yalan Bu Dünya” adı verilmiş ikinci bir tekli ile kapatıyor. Sözü, müziği ve düzenlemesi Fettah Can’a ait bu yeni şarkı Dokuz Sekiz Müzik etiketiyle dijital platformlarda satışa sunuldu.
Ben çok sevdim “Yalan Bu Dünya”yı. Alışageldiğimiz Fettah Can şarkıları arasında farklı bir yerde duracak bir şarkı bu. Zira alışageldiğimiz Fettah Can şarkılarının benzerleri o kadar çok yapılmaya başlandı ki son dönemde, kendi adıma gerçekten sıkıldım.
“Yalan Bu Dünya”, efkârlı bir şarkı. Haliyle benim yaşımdakilere daha fazla dokunabilecek de bir şarkı. Hafif alaturka ama istense ağır alaturka da olabilirmiş. Hani ‘80’lerde olsaydık bir Adnan Şenses, bir Muazzez Abacı’nın sesinden bu şarkıyı duymak şaşırtıcı olmayabilir, hatta çok güzel de olabilirdi. Ancak Fettah Can, Erkin Korayvari bir düzenlemeyi tercih etmiş. İyi de olmuş. Şarkı bu haliyle Fettah Can’ın sesine gayet yakışmış.
Bu arada şarkının A kısmının melodisi, Sadık Karan’ın “Aman” adlı şarkısının A kısmı ile çok benzer yürüyor. Fettah Can intihale ihtiyaç duyacak bir besteci olmadığına göre buna talihsiz bir tesadüf demek lazım herhalde.
Bir pop-star çizgisinde yürümeden, kendi şarkıları ve mütevazı duruşuyla bir pop-star kadar etki bırakabilmiş ender isimlerden biri Fettah Can. Çok güçlü bir ses, çok etkileyici bir fizik her zaman tek doğru formül değil çünkü. İtiraf edeyim ki şarkıcılık macerasının bu kadar uzun süreceğini ve bu kadar etkili olabileceğini de ben kendi adıma hiç öngörmemiştim. Ama insanlar besteci Fettah Can kadar şarkıcı Fettah Can’ı da sevdiler. Eh, bu da az şey değil.
Bu şarkı, “Anason” gibi, “Saki” gibi kimi efkârlı şarkıları bağrına basarak beni şaşırtmış genç dinleyiciye ne kadar dokunur onu bilemem ama ben dinlerken eşlik eder, kadehi kadehe vururum, orası kesin.
(10 Aralık 2015 tarihinde Hayat Müzik'te yayımlanmıştır.)
Yorumcu olmak, stüdyo şarkıcısı olmak, sahne şarkıcısı olmak hep başka başka şeyler… “Entertainer” (yani eğlendirici) olmaksa başka bir meziyet. Kötü şarkıcıdan da iyi “entertainer” olabilir mesela; örnekleri çoktur. Bununla beraber iyi şarkıcı olmak “entertainer” olmaya yetmez.
Kabul etmeli ki Cenk Eren, memleketin en iyi “entertainer”larından biri. Bir dönem sahnelerde fırtınalar estiren nice isim şimdilerde hemen hiç iş yapmazken, Cenk Eren’in yıllardır ve hâlâ bu işi hakkıyla yapıyor olması hafife alınacak bir şey değil. Üstelik Cenk Eren iyi de şarkı söyleyebilen bir “entertainer”. Son albümüyle bunu bir kez daha kanıtlıyor.
İlk albümü “…Ve Cenk Eren” yayımlandığında takvimler 1995 yılını gösteriyordu. Herkes onun sahnesinden bahsederken, albümü pek ilgi görmemişti. 2000 yılında “Gözlerin” adlı ikinci albümünde albüme adını veren şarkı ve Nükhet Duru ile düet yaptığı “Deli Gönlüm” dikkat çekti. Aslında Cenk’in şarkıcılıkta yol almasında Nükhet Duru’yla 2002’de başlayan ve yıllar süren ortak sahne çalışmalarının payı büyük oldu. Nitekim 2003’de piyasaya çıkan “Kader Çıkmazı” adlı üçüncü albümden sonra, 2004’de bu defa Nükhet Duru ile birlikte “Muhteşem İkili” adlı albüme imza attı. 2006’da yayımlanan “Kiraz Mevsimi” ise onun en iyi albümü oldu. “İnce Saz” başta olmak üzere “Kiraz Mevsimi”, “Cancağızım” ve “Sarı Sonbahar” gibi olgun ve demlenmelik şarkılar sesinde çok doğru tınlıyordu çünkü.
2009 çıkışlı “Dönüm Noktam” albümü ve 2012’de yayımlanan “Kasetimi Al” adlı mini albümü “Kiraz Mevsimi” albümünün etkisini devam ettiremedi. 2014’de piyasaya sürülen “Az Zehir Az Bal” teklisi de öyle. Ve 2015’in bitmesine çok az kala Şafak Karaman Production etiketiyle Cenk Eren’in yeni albümü “Repertuvar – Tanju Okan Şarkıları” yayımlandı.
Bir kere şunu söylemek lazım ki, bir tek şarkıcının şarkılarından oluşan bir albüm yapmak (saygı albümleri bir kenara) epeyce riskli bir iş. Çok sık da yapılmıyor zaten. Bu konuda ilk aklıma gelenler İpek Açar’ın “Kayahan Şarkıları” albümü ile Mine Geçili’nin “Bir Ömrün Şarkıları” adlı Zeki Müren şarkıları albümü. Her ikisinde de bir erkek şarkıcı ve bestecinin şarkılarını bir kadın solist seslendiriyordu. Buradaysa durum daha farklı… Tanju Okan bir besteci değil, bir yorumcu ve üstelik çok da baskın karakteristiği olan, nevi şahsına münhasır bir yorumcu. Dolayısıyla daha albümü dinlemeden ilk sorunuz “Bu albüm ne kadar iyi olabilir ki?” oluyor.
Ama olmuş. Hem de beklenmedik derecede iyi olmuş. Bunda şarkıların orijinal versiyonlarındaki ruhu hiç bozmadan bugüne aktarabilmiş aranjör Sarp Özdemiroğlu’nun payı büyük. Bu şarkıların bazılarını Tanju Okan’ın Atilla Özdemiroğlu düzenlemeleriyle plağa okuduğu düşünülürse, babadan oğula geçen mirasa özenle sahip çıkmış Sarp Özdemiroğlu. Birçok aranjörün sıklıkla düştüğü hataya düşüp, eski şarkıları yeniden ele alırken kendi imzasını atma uğruna şarkıları ters yüz etmeye, trafiklerini, “intro”larını değiştirmeye yeltenmemiş. Göksel’in benzer albümlerinden de bildiğimiz üzere Sarp Özdemiroğlu bu ülkede bu işi en iyi yapan aranjörlerden biri.
Albümün başarısındaki diğer paysa elbette Cenk Eren’in. O kadar doğru ve iyi söylemiş ki bu yadigâr şarkıları, hiç yüzünüzü buruşturmadan, “Keşke bunu da söylemeseymiş,” demeden dinleyebiliyorsunuz albümü başından sonuna dek. Eh, zaten ortada zamanında çok sevilmiş, çok dinlenmiş, bugün hâla bilinen ve sevilen şarkılar var. Haliyle ticari olarak da şansı yüksek bir iş söz konusu.
Albüm, Tanju Okan’ın az bilinen şarkılarından biri olan “İki Yabancı” ile başlıyor. Bu şarkının aynı adlı diğer versiyonu, yani sözlerini Fecri Ebcioğlu’nun yazdığı ve Ajda Pekkan’ın söylediği versiyonu bilinir. Oysa Fikret Şeneş’in yazdığı ve Tanju Okan’ın seslendirdiği bu sözler, Şeneş’in yazdığı ilk Türkçe şarkı sözü olması nedeniyle de ayrıca kıymetlidir.
Tanju Okan’ın en çok bilinen şarkısı “Kadınım” ise ikinci sırada karşımıza çıkıyor. Albümün ilk klip şarkısı olarak da bu şarkı seçildi. Şöyle bir dönüp bakınca, yakın geçmişte bu şarkıyı Teoman, Yaşar ve Mehmet Erdem’in de seslendirdiğini hatırlıyoruz. Normal şartlarda bu kadar rağbet görmüş, deyim yerindeyse yıpratılmış bir şarkıyı çıkış şarkısı olarak seçmek hata olabilirdi. Ama Cenk Eren’in yorumu ve şarkının bu düzenlemesi ortada şüphe bırakmıyor. Yeri gelmişken, bu şarkının olağanüstü güzel sözleri için Mehmet Teoman’ı ne kadar yere göğe sığdıramasak az.
Moustaki’nin dünyaca meşhur “Le Meteque”inden Nino Varon marifetiyle Türkçeleştirilmiş “Hasret” de bir başka aranjman klasiği olmasının yanı sıra Tanju Okan’ın da dillerden hiç düşmemiş şarkılarından biri. “Deniz ve Mehtap” ise yıllardır hep Tanju Okan’la birlikte anılır ama aslında Okan bu şarkıyı hiç plağa okumamış, sadece Fakir Bir Kız Sevdim adlı Yeşilçam filminde ve de çok kez televizyonda, sahnede seslendirmiştir. İnternette Tanju Okan adıyla yüklenmiş sayısız video var ama çoğunu söyleyen aslında Tanju Okan değil.
Tanju Okan deyince akla gelen ilk şeylerden biri de hiç kuşkusuz onun içkili, meyhaneli, kafa çekmeli şarkılarıdır. Bu albümde “Öyle Sarhoş Olsam ki”, “Kadehi Şişeyi Kırarım Bugün” ve “Şerefe” ile sınırlı tutulmuş bu şarkılar. Buna karşın Okan’ın inceden arabeske meylettiği “Kemancı” ve “Deli Gibi Sevdim” de aynı etkiyi yaratan cinsten şarkılar. “Gözünde Yaşlarla” ise yine 70’lerden sıkı bir aşk şarkısı.
Albümün Cem Bayoğlu imzalı fotoğrafları ve Göknil Mustafa imzalı kartonet tasarımı da işin ağırlığını ve zarafetini doğru yansıtacak nitelikte.
Bu şarkıları kim söylese risk alacaktı. Ancak Cenk Eren yukarıda da bahsi geçtiği üzere, olgun ve demlenmelik şarkılarda (en azından albümlerinde) genç ve hareketli, piyasa işi şarkılarda olduğundan çok daha fazla etki yaratabiliyor. Bu nedenle de bu proje onunla çok doğru örtüşmüş. Daha piyasaya çıkalı kısa bir süre olmasına rağmen, son zamanların en çok satan albümü olması boşuna değil. Bu sebeple, prodüktör Şafak Karaman da dahil olmak üzere, emeği geçen herkesi tebrik etmek lazım.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.