Radyo Günleri



Woody Allen’ın hem yazıp hem yönettiği “Radyo Günleri” diye bir film vardı. Seksen sonlarında seyredip çok etkilendiğim bu film, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Amerika’nın Brooklyn bölgesinde yaşayan Musevi bir ailenin öyküsü üzerinden radyonun altın çağını anlatıyordu. Radyonun neredeyse hayatın merkezi haline geldiği, dünya savaşın pençesindeyken yokluk ve sıkıntı çeken insanları radyo programlarının oyaladığı yıllar…
Ben o yıllara yetişemedim ama ben çocukken bu ülkede de radyonun etkisi (filmdeki kadar olmasa da) az buz değildi. En azından radyo henüz televizyona yenilmemişti. 


Benim kuşağımın en unutulmaz radyo deneyimi hiç kuşkusuz “Okul Radyosu”ydu. Hiç kaçırmazdık. O zamanlar böyle sabahtan akşama devam eden okullar yoktu. Bir sene sabahçıysanız, ertesi sene öğlenci olurdunuz ve yarım gününüz mutlaka size kalırdı. Bundandır ki “Okul Radyosu” da günde iki kez yayına girerdi; sabahçılar öğleden sonra, öğlenciler sabahları dinleyebilsin diye.

Çeşitli eğitici ve öğretici, ama bir o kadar da eğlendirici bölümlerin yer aldığı, okulda gördüğümüz derslerin hafifletilmiş ve radyoya uyarlanmış bir şekilde karşımıza çıktığı bu programın içinde sınıflara özel bölümler bulunurdu. Mesela üçüncü sınıftayken birinci sınıfların bölümünü dinleyince çok basit bulur, beşinci sınıfın bölümünü ise acaba anlar mıyız diye merakla dinlerdik.

“Okul Radyosu” okul hayatımızda da önemli yer tutardı. Bir gün önce dinlenilenler, bir gün sonra okulda hem arkadaşlar arasında konuşulur, hem de öğretmen tarafından dersin bir yerinde mutlaka gündeme getirilirdi. 


(Aralık 2011 tarihinde oydar.com 'da yayımlanmıştır.)

Aslında şimdi düşününce fark ediyorum ki, seksen ve doksanlarda “Susam Sokağı” ne ise, yetmişlerde “Okul Radyosu” o imiş bizim için. Bizden sonra “Okul Radyosu”nu  dinleyerek büyüyen çocuklar başka çocuklar da oldu mu onu bilmiyorum çünkü ben henüz büyümüştüm ki radyo televizyonla baş edemez hale geldi.

Hafta sonları yayınlanan ve stüdyoda seyircili olarak canlı kayıtla gerçekleştirilen programları severdim bir de. Ama en çok radyo tiyatrolarını severdim.


Bazen edebi eserlerden uyarlanmış, bazen de özellikle radyo için yazılmış olurdu radyo tiyatroları. Genellikle on beş gün, bir hafta boyunca sürer, her gün aynı saatte, “arkası yarın” şeklinde, bölüm bölüm yayınlanırdı. “Yalan Rüzgarı”nın, “Cesur ve Güzel”in ya da ne bileyim “Köle Isaura” türevi Latin Amerika dizilerinin ucuz, basit, sıradan ve içi boş dünyalarıyla oyalanmaya başlamazdan çok evvel, radyo tiyatrolarıyla sadece seslerin ve efektlerin yarattığı hayal dünyalarında dolaşır, zenginleşir, dolardık.

O zamanlar jest ve mimiklerinden ziyade sesleriyle oynamayı oyunculuktan sayan bir ekolden yetişmiş tiyatro oyuncularımız vardı ve bu nedenle seslendirdikleri radyo tiyatroları da alabildiğine düzgün diksiyonlu, hatta bu nedenle biraz yapay, ama fevkalade etkileyici olurdu. 


Çocukluğumun bir döneminde ben de nice çocuk gibi radyo cihazının içinde minik insanlar olduğunu ve bütün o seslerin onlardan geldiğini zannettim. Onları görebilmek için radyoyu sökmeye niyetlendiğim de çok oldu ama çok sevdiğim o cihazın bozulabilme ihtimalinden ürktüğüm için buna hiç cesaret edemedim.

Sonra günün birinde ansızın kendimi radyonun içinde buldum. Artık o minik insanlardan biriydim ben de. Üstelik özel radyolar furyası yeni başlamış ve radyolar tıpkı Woody Allen’ın filmindeki gibi gündelik hayatlarımızın baş köşesine oturmuştu. 


Bu bir yeni hevesti, bir sonradan görmelikti ve elbette geçecekti. Nitekim geçti de… Ama benim radyo günlerim o zaman bu zaman hiç bitmedi.
 
Zaman zaman (tıpkı bugünlerde olduğu gibi) ara vermiş olsam da, radyonun içinde olmanın hazzı ve heyecanı yıllar boyunca bende bir dirhem eksilmedi. Ve program yaptığım dönemlerde beni dinleyenlerin hayatlarına neler katabileceğimi, nasıl izler bırakabileceğimi hep bildim. Hep bunun farkında olarak geçtim mikrofon karşısına ya da bilgisayar başına metin yazmaya.

Yıllar boyunca yaptığım bütün programları hep aynı cümleyle bitirdim: “Şarkılar hayatınızda hep olsun, müziksiz kalmayın, hoşça kalın!” Bu yazıyı da bu cümleyi biraz değiştirerek noktalamak isterim: “Radyo hayatınızda hep olsun, radyosuz kalmayın, hoşça kalın!”     

ARALIK 2011

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder