Eurovision Günlüğü 5



Yetmiş ve seksenlerde harbe hazırlanır gibi topyekun seferberlikle hazırlandığımız yarışmaya mehter marşlarıyla gönderdiğimiz şarkıcılarımız, illa ki hüsranla dönerdi memlekete. O vakitler bırakın öyle ilk sıralarda olmayı, ilk ona bile giremiyorduk ne yapsak. Kimi suçlayacağımızı da bilemiyorduk.


1975’de Semiha Yankı’nın basma entari görünümlü elbisesi suçlu ilan edilmişti mesela. 1980’de Ajda Pekkan’ın şarkısını orkestra (canlı çalan orkestra vardı o zamanlar) kötü çalmış, reji de Ajda’yı hep uzaktan göstererek bize komplo kurmuştu. Şaka değil, Bülent Özveren “Stüdyo 1” adlı televizyon programında saniye saniye bunun hesabını yapmış, yarışmanın birincisi Johnny Logan’ın ve AjdaPekkan’ın yakın planlarını mukayese etmişti. 


Rahmetli Çetin Alp’in aldığı sıfır puan bütün kariyerine etki etti biliyorsunuz. Demediğimizi, etmediğimizi bırakmadık adamcağıza. En az onun kadar hırpalanan Gülseren’in memlekette yarattığı infial de hala taze hafızalarımızda.


Örnekler anlatmakla bitmez. Özetle, yarışmada memleketi temsil edip de kötü netice alan ve bir şekilde eleştiri oklarına hedef olmayan kimse yok. Eğer hiçbir bahane bulamazsak, yarışma politik demeye başlarız. Öyledir de hakikaten, politiktir. İyi de ne politik değil ki şu hayatta? Yani bunca ülke insanının bütün politik duyarlılıklarından soyunup, profesyonel bir jüri gibi davranıp, sadece müzik kriterlerine göre oy vermesini neden bekliyoruz ki? “Tele-voting” yokken de, jüriler politikti çünkü onlar da tamamen profesyonellerden oluşmuyordu.

Kaldı ki herhangi bir ülke vatandaşı, tamamen politik duyarlılıklardan uzak bile olsa, kendi müziğine, müzik anlayışına ve zevkine çok yakın komşu ülkesinin şarkısını beğeniyor ve ona oy veriyorsa buna politik diyebilir miyiz, demeli miyiz?

Evet bu yarışmada politik faktörler oylamayı doğrudan etkiler, etkilemiştir ve bundan sonra da etkilemeye devam edecektir. Bunun adaletsizliğe, diaspora fanatizmine dönüşmemesi için puanlama ile ilgili bir takım tedbirler de aldı EBU bugüne dek. Yarı jüri, yarı “tele-voting” uygulamasının maksadı buydu zaten.

Yani mesela yarışmanın politik olması değil; bu politikliğin içinde politikalar üstü bir şarkıyla sivrilebilmek. Nitekim birinciler hep öyle çıktı bugüne dek. Eğer Avrupa bizi politik kaygılarla oyluyor olsaydı Sertab, Athena, Şebnem Paker, Manga ve ilk beşe girmiş diğerleri nasıl bu kadar oy alabilirdi? Gurbetçiler mi iyi çalıştı yoksa? Tabii ki hayır. İyi şarkı, iyi performans, iyi şov her yerden, her şekilde oy alıyor, hiç boşuna komplo teorileri yazmayalım. Tabii burada sıraladığım “iyi” sıfatları tamamen yarışma kriterlerine göredir. Eğer yarışmadaki şarkıları yarışmadan bağımsız değerlendirirseniz, güncel ve popüler müzik piyasasının içindeki yerlerini aramaya çalışırsanız bu sonuca varmanız mümkün değil. O zaman Eurovision’u hiç izlemeyin zaten.

Bütün bu girizgahı niye yaptım? Dün gece yapılan ilk yarı finalde Yüksek Sadakat elendi de ondan. Finalde yokuz! Haçlı zihniyeti yine hortladı, hain Avrupalılar bize oy vermediler!


Beklenmedik bir durum muydu Türkiye’nin finale çıkamaması? Açıkçası değildi. Daha buraya gelmeden önce TRT’de tanıtım filmleri yayınlanırken, Bülent Özveren canlı yayında basit bir matematik hesabı yapmış ve finale kalamamamız ihtimalinden bahsetmişti. Biraz ölçüp tartınca, kurduğu denklemin pek de mantıksız olmadığını düşünebilmek mümkündü. Nitekim buraya geldiğimizden beri de teneffüs ettiğimiz hava, düşünmek istemesek bile, bu şüphenin aklımızın bir köşesinde durmasına neden oldu. Finale kalamayabilirdik. Şarkımız burada konuşulan, söylenen, dinlenen, çalındığında eğlenilen şarkılar arasında değildi.

Tabii yine de insan, Avrupa’nın her yerinden yüzlerce meraklının akın ettiği yarışma alanında eline kocaman kocaman Türk bayraklarını da alınca kendini kaybediyor. Bir milli maç ruhu diyebiliriz buna. Gerçi bu maçta rakiplerimiz bir takım ya da bir ülke değil ama yine de uyandırdığı ruh hali üç aşağı beş yukarı aynı. Ben de kaptırmışım kendimi. Salona girmeden önce elimizdeki bayrakları dalgalandıra dalgalandıra yürüyüp önümüze gelenle resimler çektirmemiz, salonda yerimizi bulup oturana kadar dairesel bir şeref turu atmamız filan fanatizm kokan hareketlerdi ve ecnebiler tarafından pek sempatiyle karşılandı.


“Şu Çılgın Türkler” halet-i ruhiyesine nasıl kapılıp gittiysem artık, yarışma yayını başladığı ilk dakikalardan itibaren kendimi oturduğum sandalyenin üzerinde ayağa kalkmış vaziyette bayrak sallayıp avaz avaz bağırırken buldum. Öyle bir konumda oturuyorduk ki, sunucuların bulunduğu dairenin hemen arkasında, kameraların görüş açısında kalıyormuşuz meğerse. Tok ailesi olarak üçümüz de ellerimizde bayraklarla epeyce görüntü vermişiz canlı yayın esnasında, yayından sonra gelen telefon ve “tweet”lerden öğrendik.


Bu yarışmayı kendimi bildim bileli izler, takip ederim ama bu denli bir festival coşkusu taşıdığını fark etmem 2004 yılında Türkiye’de yapılan finale katılmam sayesindedir. O gün salonda gördüğüm şenlikli hava, şekil şekil, çeşit çeşit insanlar, coşkunun, heyecanın, eğlencenin, sportmen fanatizmin o şahane kombinasyonu bana bu işin çoktan bambaşka bir şeye dönüştüğünü öğretmişti. Diyebilirim ki yarışmaya olan bakış açımda o gün itibariyle çok ciddi bir değişiklik oldu.

Burada da geldiğimizden beri yaşadıklarımız, gördüklerimiz ve şahit olduklarımız aynen bu yöndeydi. Herkes kendi ülkesinin fanatiği doğal olarak, ama kimse kimseye düşman değil burada. Müthiş bir dostluk ve sempati ortamı var. Herkes birbirini tebrik ediyor, başarılar diliyor. Dünkü bayrak turumuz sırasında bunu bir kez daha gördük. Gecenin sonunda bize şaşkınlıklarını, üzüntüleri iletenler de oldu, bizi teselli edenler de.


Salonda önümüzdeki sıralarda oturanlar Maltalıydı ve bizim şarkıyı da ezbere söylediler mesela. Ege de onların şarkıları esnasında onlardan aldığı Malta bayrağını salladı. Norveçliler Finlandiya sahneye çıkınca bir anda “komşu komşu hu” durumuna geçip Finlandiya bayrakları havalandırdılar.

Sözün özü salondaki şenlik kıyamet bu işin en keyifli, en güzel tarafı. Televizyona bu durumun aynı coşkuyla yansıtılabilmesi ise kuşkusuz bir yönetmenlik becerisi. Dün gece bu maksatla yayından yarım saat önce yayın sorumlularından belagati epeyce açık bir arkadaş uzun uzun talimatlar verdi, açıklamalar yaptı seyircilere. “Delirin, kopun, kendinizi kaybedin,” dedi alenen. Ağabeyin gazı nasıl etkili olduysa artık, koptuk kopabileceğimiz kadar.


Performanslar ardı ardına sıralanmaya başlayınca işin yaş olduğunun iyiden iyiye farkına varmaya başladım. Bu ekrandan izlemeye de, salonda provayı izlemeye de benzemiyor. Salondaki seyircinin verdiği enerji midir, canlı yayın adrenalini midir, asıl performansı son ana kadar saklama taktiği midir bilemem ama yarı final gecesi ak koyun kara koyun daha net görünür oluyor.

Salondaki en coşku yaratan performanslardan biri Norveç’e aitti. “Haba Haba”da resmen kıyamet koptu, herkes bir ağızdan söyledi. Özellikle şarkının bir yerinde havaya püskürtülen ışıltılı konfetilerin yarattığı yağmur gecenin en eğlenceli anıydı. Çok uzun sürdü, konfetiler ağzımıza burnumuza doldu, saçımız başımız, içimiz dışımız, her yerimiz konfeti oldu, ışıl ışıl parladık.

Provalarda kullanılmadığı için görmediğimiz patlayan, şelale şeklinde akan alevler, sahneyi bulutların arasından yükseliyormuş gibi gösteren sis efektleri filan teknolojiye teknoloji katan, salondaki muhteşem görselliği üçe beşe katlayan unsurlar oldu gece boyunca. Ne ki yayın cephesinde her şey bu kadar kusursuz işlememiş. Ses bağlantılarının kopması nedeniyle Bülent Özveren yayını Türkiye’ye telefondan anlatmak zorunda kalmış. Gecenin sonunda bir de Yüksek Sadakat finale kalamayınca Özveren telefonu kapatıvermiş izleyicilerin suratına. Ben söylenenlerin yalancısıyım. Ancak bu duruma çok sinirlenen Özveren’in Almanya’ya verip veriştirdiği de gelen haberler arasında.

Bugün duyduğumuza göre tüm ülke sunucularına telefon dağıtılacakmış benzeri bir durumda kullanmaları için. Olan Özveren’in cep telefonu faturasına oldu korkarım.

Provalarda finale kalacağı çok net belli olan Yunanistan, Finlandiya, İzlanda, Azerbaycan ve Rusya bizi yanıltmadı ama buna karşın Ermenistan ve Norveç’in finale kalamaması gerçekten çok şaşırtıcıydı. İsviçre, Sırbistan ve hele hele Gürcistan ise asla finale kalmasına ihtimal vermediğim ülkelerdi. Zarflar açılmaya başladıkça Türkiye’nin finale kalacağına olan inancımız da gittikçe azaldı ve sonunda olan oldu zaten. Gecenin sonunda 10 tahminimin 7’si tutmuştu. Kimse bilirkişi olamaz bu yarışmada, onu bilir onu söylerim. Eurovision’da top daima yuvarlaktır.

Gece finalden sonra Basın Merkezinde finale kalanların finalde hangi sırada yarışacaklarına dair yapılacak kura çekimi ve basın toplantısı vardı. Biz oturup memleketin “Twitter” aleminde neler yazılmış çizilmiş onları tetkik ederken Ege de basın toplantısına katıldı. Toplantıdan sonra bizim kız Yunan televizyonlarına, TRT’ye röportajlar vermiş, Yunan ekibinden birileriyle sohbet etmiş, resimlerini çekmişler filan. Artık nasıl kaptırdıysa o da kendini, Yunan televizyonuna röportaj verirken onların şarkısını kamera karşısında söylediğini ancak sabah hatırlayıp bize anlattı. Eurovision sarhoşluğu böyle bir şeymiş demek ki.


Memlekette tartışılanlara bakılırsa, yine seksenlerdeki suçlu arama “mood”umuzun düğmesini açmışız hemen daha gece gece, yarışma biter bitmez. Hatta şarkımızın esinlenildiği iddia edilen eski bir “rock” şarkısı bile bulunup servis edilmiş internetten. Yüksek Sadakat’in yanlış seçim olduğunu söyleyenler, ekibin yarışmaya gelmeden önce yaptıkları röportajdan manşet yapılan “Popçular bu işi beceremediği için TRT bizi seçti,” mealindeki cümleye gönderme yapanlar, Şovu, kostümleri eleştirenler gırla gitmiş. 

Bence grup da şarkı da asla kötü değildi. Evet Yüksek Sadakat’in bugüne kadar bildiğimiz çizgisini sağından solundan kıran bir şarkıydı belki ama bu da Eurovision kriteri dediğimiz kriterler içerisinde sorgulanması gereken bir meseleydi ki o pencereden bakınca gayet de doğru bir şarkıydı. Bence performans gayet başarılıydı, söylenebilecek tek söz yok. Ama iş kostümlere ve şova gelince, yapılan eleştirilere yerden göğe kadar hak veriyorum. Bir “rock” grubunu böyle stilize giydirmek kadar “hayat boş eğlen coş” temalı şarkıya şovla yüklenilmeye çalışılan fazladan anlam da gereksizdi. Puanlara ne kadar etki ederdi onu bilmiyorum ama keşke Yüksek Sadakat sahneye kendisi gibi çıksaydı ve hiç o şov olmasaydı.

Buradan çıkarılması gereken tek bir ders var aslında. Bu yarışmada her zaman yeni şeyler denemek, cesur olmak, fark yaratmak gerekiyor. Başka bir formül yok. Olduğunu iddia edenler de yanılıyorlar. Eh “rock” tutuyor, hadi her sene “rock” yapalım, şarkıcıyı biz seçelim eleme yapmayalım böyle iyi oluyor çıkarımlarının sonucu ortada. Demek ki artık taktik değiştirmenin zamanı gelmiş.

Belki de artık ülkeyi temsil etmek üzere yepyeni sesler, yeni yetenekler, gençler bulmalı, onları hazırlamalıyız. Her şeyden çok iyi şarkı gerektiğinin farkına vararak, şarkı seçimini üç beş kişiyle değil, geniş bir halk oylamasıyla yapmalıyız. Yerel final yapalım demiyorum zira yerel final yapılsın diye hazır bekleyen ve her ne hikmetse yıllardır düzenlenen her yerel finalde besteleri, şarkı sözleri finale kalan ve tesadüf bu ya yarışmayı düzenleyen kuruma da yakınlıkları bilinen bir takım insanlar var. Bugün yerel final düzenlesek, emin olun finale kalanlar yine onların şarkıları olur. Artık başka bir formül bulmalıyız ve bu formül çok geniş kapsamlı, yarışma ruhunu çok daha uzun süreli ve eğlenceli yaşatacak bir seçenek sunmalı bize.

Bugünkü gündüz provası da yaklaşık yarım saat kadar önce bitti. Yarışmacıların bazılarını etrafta görmek mümkünse de, bazıları star olduklarını hissettirmek için olsa gerek gayet mesafeli davranıyor, kendilerini pek göstermiyorlar. Şahsen ben geldiğimden beri Yüksek Sadakat’le hiç karşılaşmadım mesela. Aynı şekilde İsrail’in soyadından belli olduğu üzere uluslar arası starı Dana İnternational, İngiltere’nin birinciliğe en yakın finalistleri Blue grubu pek ortalarda görünmüyor. Genellikle diğer ülkelerin tıfıl yıldızları her an elimizin altında. Onlarla fotoğraf çektirmek, iki lafın belini kırmak hatta enseye tokat olabilmek pek mümkün buralarda.

Son olarak birkaç da dedikodu aktarayım. Dün gece çok geç saatte Euro Club’da Yüksek Sadakat üyeleriyle konuşan bizim Türk “fan”lar elemanların genel olarak canlarının sıkkın olmakla beraber, ellerinden geleni yaptıklarını düşündüklerini söylediler. Buna karşın Türk ekibinin yarışmayı yeterince ciddiye almadığı, aslında bunun ekipten ziyade ekibi buraya getiren kurumun ilgisizliği olduğu da söylenenler arasında. Bu yarışmayı yıllardır her yapıldığı ülkede gidip izleyen, yarışmayla ilgili her şeyi bilen, takip eden, izleyen Türk “fan”ların kurum bazında çok da muhatap kabul edilmemesi de canı sıkılanlar da yok değil. Her iş profesyonellerden destek alınarak yapılmalı değil mi zaten? Profesyonellik, çağdaşlık, bilimsellik bunu gerektirmez mi? Gerektirir elbette.

Yayında sunucuların “Europe start voting now,” anonsuyla birlikte oylama başlıyor ve gecenin sonuna doğru “Europe stop voting now” komutu verilene kadar da devam ediyor. Ancak söylenenlere göre dün gece ilk beş ülkenin şarkıları yayınlanırken “tele-voting” sisteminde problem varmış ve oy gönderilememiş. Bu henüz teyit edilmemiş bir bilgi ama eğer doğruysa bilmem nasıl bir açıklama getirilir bu duruma.

Bir de Azeri ekibinin “Biz kesin birinciyiz artık, çünkü Türklerden gelecek bütün oylar bize yönlenecek,” demeleri var ki buradaki Türk kulüp üyeleri arasında pek de hoş karşılanmadı. Oysa bence doğru söylemişler. Birinci olacaklarını zannetmiyorum ama bence Türklerin onlara oy verecek olmaları gayet doğru bir tahmin. Verelim zaten, vermeyip de kime vereceğiz Allah aşkına? E başında da demedim mi, bu yarışma politiktir, olmalıdır, olacaktır.

Gelişmeler için takipte kalın. Yarışmanın son gününe kadar günlük devam edecek.

MAYIS 2011   

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder